Seksenli yılların bir akşam üzeriydi. Alanya / Antalya’da, resepsiyonist olarak çalıştığım Azak Otel barında oturuyordum. O gün vardiyam yoktu. Otel hareketliydi ama üzerimde bir durgunluk vardı. Rezervasyon ayarlamak, müşteri karşılamak, kimlik kayıtlarını yapmak, telefonlara bakmak, müşteri siparişi almak vesaire, bütün bunlar bıktırmıştı beni.
Bir içecek ısmarlayıp, bir kenara çekildim. Huysuz bir nostalji kuşatmıştı beyin hücrelerimi. Özlemiştim memleketimi. Sinsice isyana kalkan ruhum, dudaklarımı kıpırdatmayı ve beni fısıldatmayı başarmıştı. Öylece, ulu dağların yankılayabileceği kadar “Hayır, hayır... Ben dağların özgür çocuğuyum. Ne olur beni alın, götürüp dağlarıma salın!" diye bağırmıştım, bir nefes sessizliğinde.
Özgürlük... Tarifi imkânsız bir duygu özgürlük. Özgürlük, herkesin yeterince algılayamadığı halde, anlatmaya çalıştığı bir histir. Yaklaşıldığı kadar ısıtan bir ateş, dokunulduğu kadar yakan bir kıvılcım gibidir. Sınırlı olduğu kadar infial, sınırsız olduğu kadar inhizam yaratır.